12 Nisan 2015 Pazar

34. İstanbul Film Festivali

Eveet, geldik bir film festivaline daha. Bu sene 34. sü düzenlenen İstanbul Film Festivali her zaman olduğu gibi gene çok kalabalık bir film listesine sahip. Geçen iki senede (32. ve 33.) ordan burdan bulduğum biletlerle bir iki filme gitmiş olsam da, en son gerçekten filmleri seçerek ve normal insanlara bilet satışının ilk gününün erken saatlerinde uyanarak bu festivale katılışım üç yıl önce yani 31. İstanbul Film Festivali'ndeydi. Bu sene de aslında film seçimine fazla zamanım olmadı, daha çok hazır seçilmiş listelere ve arkadaşlarımın önerilerine bakarak kısa zamanda seçtim filmleri. Şimdilik dört tanesini izledim, bu hafta içinde beş tane daha izleyeceğim. Şimdilik firesiz gidiyorum ama ilerleyen günlerde ne olacağı bilinmez. Festival şu anda devam ediyor olduğundan bilet bulma şansınız ne kadardır bilmiyorum ama en azından daha sonra izlemeniz için fikir verebilirim diye paylaşmak istedim listemi. İyi seyirler.

Marshland, "La isla mínima" (2014)

Aslında bu bloğa uygun olarak kendisi bir película oluyor :) Yani filmin orjinal dili İspanyolca. Film 1980 yılında geçiyor, sonradan araştırdığıma göre İspanyol diktatör Franco'nun ölümünden 5 yıl sonra yani. İki dedektifin, iki kayıp kız kardeşi araştırmak üzere uzak bir kasabaya gelişiyle başlıyor film, tabi hikaye ilerledikçe kendimizi daha farklı olayların içinde buluyoruz. Filmi izlerken çok farketmedim ama sonradan bir arkadaşımdan duyunca farkettim ki film gerçekten biraz True Detective dizisini andırıyor. Özellikle kuş bakışı çekilmiş bataklık görüntüleri, yağmurlu sahneler ve filmin genel atmosferi çok güzeldi bana göre. Tabi İspanyolca olması da bana ayrı bir çekici gelmiş olabilir :) İzleyin derim.



Party Girl (2014)

Cannes Film Festivali'nde "Golden Camera" yani en iyi ilk film ödülünü aldığını duyunca, konusu çok ilginç gelmese de izlemek istedim bu filmi. Ödül üç kişi arasında paylaştırılmış, çünkü filmin üç yönetmeni var. Bu yönetmenlerden birini de ayrıca film içinde izleme şansı buluyoruz. Filmin konusuna gelince, artık "Party Girl" olma yaşını çoktan geçmiş Angélique, müşterilerinden biriyle beraber olmaya karar verir. Bu kararla birlikte, uzun zamandır yaşadığı hayattan çıkmaya çalışmasını ve bu sırada kendini sorgulamasını izliyoruz. Film beni biraz hayal kırıklığına uğrattı, sanki karakterlerin dünyasına girmekte sıkıntı çektim genel olarak. Oyuncuların çoğunun profesyonel olmaması ve ilk oyunculuk deneyimleri olmasıyla açıklanabilir belki bu durum. Bir de gereksiz striptiz kulübü sahneleriyle zaman dolduruyordu sanki film. Gene de özellikle Chinawoman'ın şarkılarının çaldığı sahneler vs. için izlenebilir (Chinawoman grubunun filmin ismiyle aynı isimde bir şarkıları bulunuyor).



Manglehorn (2014)

"Al Pacino ne kadar yaşlanmışşş!". Filmin bana en yoğun olarak hissettirdiği duygulardan biri buydu sanırım. Gerçekten de artık 75 yaşında büyük aktör, ama buna rağmen film sadece onun üzerine odaklanıyor ve Al Pacino da hala filmi izletmeyi başarıyor. Filmde, çilingirlik yapan ve kedisiyle yalnız başına bir hayat süren Manglehorn'u izliyoruz. Bu yaşlı ve yalnız adam, yıllar önce kendisini terkeden Clara isimli bir kadına kafayı takmıştır ve sürekli kafasında onunla konuşur, ona hiç bir zaman cevap alamadığı ve kendisine geri dönen mektuplar yazar. Düzgün geçinemediği bir oğlu, hasta kedisi, eski bir öğrencisi ve haftada bir bankada gördüğü kadın dışında pek fazla bir şey yok gibidir hayatında. Çok da ilginç bir konusu olmasa da, iki Oscar ödüllü oyuncu (Al Pacino ve hala çok güzel olan Holly Hunter), filmi götürüyor bana göre. Filmlerde fazla gülemeyen beni bile bir kaç yerde güldürmeyi başardı Al Pacino'nun oyunculuğu. 



45 Years (2015)

"Charlotte Rampling bu yaşta bile ne kadar karizmatik off!" düşünceleri içinde kendini izlettiren film oldu bu da benim için. 70 yaşlarında artık sakin bir hayat yaşayan, yakın zamanda evliliklerinin 45. yıl dönümünü kutlamak için bir parti düzenlemeye hazırlanan Kate ve Geoff'u izliyoruz filmde. Bu sakin hayatları İsviçre'den gelen ve Geoff'un gençlik yıllarında ölen eski aşkı Katya'nın, buzulların içinde bulunduğunu haber veren bir mektupla farklı bir yöne doğru kayıyor. Aslında 45 yıldır beraber yaşayan insanların bile birbirinden sakladığı şeyler olduğunu ve bütün hayatınız boyunca inandığınız gerçeklerin bir anda yıkılabileceğini çok güzel anlatıyor film. Olanları daha çok Kate'in gözünden izlesek de, tam olarak kime hak vereceğimize, böyle bir durumda olsak hangi hisleri yaşayacağımıza biz de karar veremiyoruz. Filmlerde en sevdiğim net olmama, kafa karışıklığı, bulanıklık duyguları var yani. Bu arada filmin iki başrol oyuncusu Berlin Film Festivali'nde en iyi erkek ve kadın oyuncu ödüllerini kapmış. İzlemenizi tavsiye ederim.




Lost River (2014)

Geldik henüz izlemediğim filmlere. Lost River daha çok oyuncu olarak tanıdığımız Ryan Gosling'in ilk yönetmenlik denemesi. Bildiğim kadarıyla bu film de Cannes'da "Golden Camera" ödülü için yarışmış. Başrolünde ise Mad Men dizisinden tanıdığımız Christina Hendricks var, pek inandırıcı gelmese de iki çocuklu bekar bir anne rolünde :) Filmleri, konularını çok fazla bilmeden izlemeyi tercih ettiğim için konuya çok fazla hakim değilim ama bu bekar annenin evini kaybetmemek için gizemli bir gece kulübünde çalışmaya başlamasıyla gelişen olayları izleyeceğiz sanırım. İtiraf etmeliyim ki bu filmi biraz türünden ötürü (fantasy ve mystery olarak tanımlanmış IMDB'de), biraz da oyuncusu yüzünden seçtim. İzleyip göreceğiz.




Virgin Mountain, "Fúsi" (2015)

İzlandalı yönetmen Dagur Kári'nin son filminden 6 yıl sonra çektiği Virgin Mountain, Fúsi isminde 40'lı yaşlarında, hala annesiyle yaşayan, fazla kilolu bir adamın yetişkinlerin dünyasına girme çabasını anlatıyor. Filmi seçmemde, yönetmenin en ünlü filmi Nói albínói'nin izlenilecek filmler listemde olması etkili oldu, bir de İzlanda kökenli filmlerin genelde başarılı olduğu düşüncesi var nedense kafamda. Göreceğiz.



Phoenix (2014)

Üç yıl önceki festivalde izlediğim Barbara filminin yönetmeni Christian Petzold, aynı oyuncular Nina Hoss ve Ronald Zehrfeld ile bir film daha çekmiş. Barbara filminde, Doğu Almanya'da kırsal bir hastaneye sürülen ve bu hastaneden kaçmaya çalışırken bir yandan çocuk cerrahı başka bir doktora duyduğu aşk yüzünden kafası karışan bir kadını izlemiştik. Aynı ekibin yeni filmi Phoenix'de ise, Nazilerden kaçmayı başarmış ama bu süreçte de yüzünü değiştirmiş bir kadının kocası konusunda emin olamamasını izliyoruz. Gene savaş sonrası Almanya var yani ortada. Bakalım gene Barbara gibi güzel bir film yapmayı başarabilmişler mi?



The Duke of Burgundy (2014)

Nedense festivalin en ilgimi çeken filmlerinden biri The Duke of Burgundy oldu. Halbuki filmin ne yönetmenini ne de oyuncularını daha önceden tanıdığımı söyleyemeyeceğim. Hem de kelebekleri ve güveleri inceleyen bir kadının sevgilisiyle limitleri test etmesini izleyecekmişiz. Evet KELEBEKLER! Kelebek fobisi olan bir insan için, bir de şöyle bir uyarısı (This film contains scenes depicting sexual situations and / or violence that might not be suitable for minors) olan film izlemek ilginç olacak gibi görünüyor.



Far from the Madding Crowd (2015)

Bu film de festivalin en çok ilgimi çeken filmlerinden bir tanesi. Victoria dönemi İngiltere'sinde geçmesi yüzünden olabilir, bu dönem filmleri nedense çok hoşuma gidiyor. Film Thomas Hardy'nin klasik romanından uyarlanmış. Yönetmeni ise Danimarka'lı Thomas Vinterberg, ki kendisi çok ama çok güzel bir film olan ve başrolünde de muhteşem Mads Mikkelsen'i barındıran The Hunt (Jagten) filminin yönetmeni. Bu yüzden bu filmden de çok umutluyum, bakalım nasıl bir filmle karşılaşacağız. Filmde benim daha önceden The Great Gatsby ve Inside Llewyn Davis filmlerinden tanıdığım Carey Mulligan başrolde. Carey Mulligan'ı bir çiftlik evini miras olarak alan Bathsheba Everdene rolünde; Bathsheba'nın bir koyun çobanı, yakışıklı bir yüzbaşı ve olgun bir bekar adamla olan ilişkilerini ve seçimlerini izleyecekmişiz.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder