22 Şubat 2012 Çarşamba

You Don't Know Jack (2010)

    Bu sıralar televizyonumdan da daha fazla yararlanabilmek adına Cnbc-e'den filmler izliyorum. Bunlardan en sonuncusu Pazartesi günü gişe filmleri kuşağında yayınlanan 2010 yapımı You Don't Know Jack. Televizyon filmi olarak çekildiği için gişelerde şans bulamadı sanıyorum ama daha önce Golden Globe ödüllerinde Al Pacino en iyi erkek oyuncu ödülünü bu filmle aldığında merak etmiştim filmi. İzledikten sonra Pacino'nun tabi ki de babalar gibi hak ederek aldığını anladım ödülünü.
      Filmin konusuna gelecek olursak, 90lı yıllarda 100'den fazla hastanın ötenazisine yardımcı olarak Doctor Death ismini almış olan Jack Kevorkian'ın hayatı anlatılıyor. Aslında sonradan okuduğuma göre Doctor Death ismi çok daha önceleri takılmış Kevorkian'a. Tıp eğitimini sürdürürken, ölen hastaların kornealarının fotoğraflarını çekermiş. Bunu yapmaktaki amacı da komadaki ve ölen hastaların gözlerindeki farklılıkları gösterebilmekmiş. Anlayacağınız bu ölüm konusunu çok önceleri takmış kafasına Kevorkian.  Filmdeki süreç Kevorkian'ın gençliğini içermiyor ama ötenazi fikrine nasıl aşina olduğunu film ilerledikçe çıkarabiliyoruz. İlk hastasından başlayarak sonuncu hastasına doğru, farklı bir kaç hastasının hikayelerine ve doktorun bu hastalarla görüşme vidyolarına tanıklık ediyoruz. Tabi bu süreçte Kevorkian'ın ötenaziye karşı çıkan bir çok insanla ve yargıyla mücadelesini de izliyoruz.
     Filmde Al Pacino'nun yanı sıra Susan Sarandon ve John Goodman da önemli rolleri canlandırıyorlar. İlk yarım saatte filmin nasıl gelişeceğini pek kestiremeseniz de, hastaların hikayeleri başladıkça filmden gözünüzü ayıramıyorsunuz. Şahsen ben 132 dakikalık film bittiğinde, zamanın nasıl geçtiğini anlayamamış durumdaydım. Al Pacino'nun müthiş oyunculuğu sayesinde sanki gerçek doktoru ve hastalarını bir belgesel gibi izliyormuş hissine kapılıyorsunuz. Ötenazi konusu ise tabi ki tartışmaya açık bir konu. Film her ne kadar Kevorkian'ın hayatı hakkında olsa da tamamen ötenazi yanlısı değil bence. Karşıt görüşleri ve neden karşı çıktıklarını da güzel bir şekilde anlatıyor. Kendi adıma da bazen ötenazinin kesinlikle gerekli olduğunu düşünsem de, çok dikkatli ve kesinlikle bir kaç uzmanın görüşü alındıktan, hasta takip edildikten sonra yapılmasının doğru olduğunu düşünüyorum. Gene de film kesinlikle kendi görüşlerinizi sorgulamanıza yol açıyor ve insanı derinden etkiliyor. Mutlaka izleyin.

18 Şubat 2012 Cumartesi

Western Üçlemesi

     Blog dünyasına yeni katılan bendenizden hepinize selamlar. Öncelikle bu fikri aklıma soktuğu için sevgili Gizem Baştürk'e teşekkürü bir borç bilirim. Bu kadar film izleyen biri olarak ve ilkokuldan beri her zaman düzenli olmasa da günlük tutan ve yazılar yazan biri olarak daha önce aklıma gelmemesi ilginç aslında. Geç olsun güç olmasın diyor ve yazıma başlıyorum.
     Düzenli bir western izleyicisi olmasam da, blog'a başlama zamanım yoğun olarak western izlediğim zamanlara denk geldi. Cnbc-e'de bu ay her perşembe kovboylar gecesi. İlk üç haftasında Sergio Leone'nin western üçlemesi A Fistful of Dollars, For a Few Dollars More ve hepinizin bildiğini düşündüğüm The Good, The Bad and The Ugly yayınlandı. Şubat'ın ilk haftası burda olmadığım için filmleri 2,3 ve 1 sırasında izleyebildim ama burda çekilme sırasına göre yazacağım.

     
     Üçlemenin ilk filmi A Fistful of Dollars (Per un pugno di dollari) 1964 yılında çekilmiş ve Sergio Leone'nin yönetmen olarak ismi geçen ilk filmlerinden. Film, küçük bir kasabaya gelen Joe'nun (tabi ki Clint Eastwood), kasabada biri içki biri silah kaçakçılığı yapan iki güçlü ve düşman aile arasındaki çatışmada yer alışını anlatıyor. Aslında ilk başta sadece para kazanmaya gelmiş birisi gibi görünse de, sonrasında içindeki iyi abi önceliği ele geçiriyor. Filmdeki kötü adam ise ailelerden birindeki en güçlü adam diye tanıtılan Ramon (2. filmde de kötü adam rolünde göreceğimiz Gian Maria Volonte). Film bir buçuk saat gibi bir süreye sahip olsa da, en başta beklediğimiz konudan sapıyor ve filmin içinde kasaba halkının hikayesini anlamamızı sağlayacak detaylara yer veriliyor. İzlemek isteyenlere daha fazla ipucu vermemek için ikinci filme geçiyorum.


 Aslında serinin 2. filmi olan For a Few Dollars More (Per qualche dollaro in piu), benim bu seriyle tanıştığım ilk film oldu. Bu filmde de başroldeki adamımız Monco'yu Clint Eastwood canlandırıyor. Fakat ilk filmin aksine burda ikinci bir iyi adamımız var. O da Colonel Douglas Mortimer'i canlandıran Lee Van Cleef (3. filmde bu filme tezat olarak kötü adam The Bad rolünde izleyeceğiz). Film iki ödül avcısının suçluları yakalayıp adalete teslim edişlerini anlatıyor. Fakat konu ilerledikçe, bir suçlunun (ki daha önce bahsettiğim gibi ilk filmde de kötü adamı oynayan Gian Maria Volonte canlandırıyor) öne çıktığını görüyoruz. İki ödül avcısı da bu adamın peşine düşüp onu yakalamak için bir anlaşma yapıyorlar, fakat film izledikçe görüyoruz ki bu kötü adam El Indio'nun Douglas Mortimer'in hayatında farklı bir rolü var. Bu rolü de filmin sonunda öğrenebiliyoruz.


     Geldik serinin en önemli filmi The Good, The Bad and The Ugly (Il Buono, Il Brutto, Il Cattivo) 'ye. Bu filmde de beklediğimiz gibi iyi adamı ("The Good") Clint Eastwood canlandırıyor. "The Bad" rolünde 2. filmde iyi adam rolünde izlediğimiz Lee Van Cleef var. Aslında "The Bad" rolüne başka bir oyuncuyu düşünen Sergio Leone, daha sonra Lee Van Cleef'i kötü rolde izlemenin ilginç olacağını düşünmüş. "The Ugly" rolüne ise daha önceki filmlerde görmediğimiz Eli Wallach geliyor. Filmde Clint Eastwood'un oynadığı Blondie (aynı zamanda The Good) gene bir ödül avcısı. Fakat bu sefer kendisini aranan bir suçlu olan Tuco(The Ugly)'yle işbirliği içinde görüyoruz. İkisi adalete teslim oluyormuş gibi yapıp, son anda Blondie'nin üstün nişan alma yeteneklerinden yararlanarak adaletten aldıkları parayı bölüşen iki ortak. Angel Eyes (The Bad ismiyle tezat olsa da bence oyuncunun yüzüne cuk oturan isim) ise parasını aldığı sürece her işi yapan ve işini yaparken de önüne gelen herkesi acımadan öldüren kiralık adam rolünde. Hikaye ilerledikçe hükümetten çalınan ve bir yerde saklanan yüklü miktarda paranın peşine düşüyor, bizim iki ortak da bir şekilde bu hikayeye ortak oluyor tabi. Film içinde ortaklıkları sık sık bozulan The Good ve The Ugly ile The Bad'in bu paranın peşindeyken başına gelenleri izliyoruz.
     Genel olarak filmlerin konusundan bahsettikten sonra kısaca yorum yapmak gerekirse, serinin en ünlü filmi 3. film olmasına rağmen ben kendi adıma 2. filmi de oldukça başarılı buldum. Aslında The Good, The Bad and The Ugly'nin bu kadar meşhur olmasının sebebi biraz da Ennio Morricone'nin sonradan bütün kovboy filmlerinin sembolü haline gelen efsanevi müziği. Her ne kadar başroldeki karakterlerin diğerleri silah çekene kadar 4-5 kişiyi bir anda yere serecek kadar hızlı silah çekmesi çok gerçekçi gelmese de; tamamen iyi ve kötü ayrımının yapılamaması (çünkü iyi adamlar bile adam öldürüyor), başarılı yakın plan çekimleri, az ama önemli diyaloglar ve beklenmedik yönde gelişen olay örgüleri, filmleri kesinlikle izlenir kılıyor. Ayrıca Sergio Leone'nin İngilizce bilmemesi ve Clint Eastwood'un İtalyanca bilmemesi sebebiyle, ikilinin filmlerin çekildiği 3 yıl boyunca tercüman aracılığıyla anlaşmış olması da ilginç bir nokta. Sergio Leone'ye Clint Eastwood sorulduğunda, "Onun iki yüzü var. Biri purolu, biri purosuz." diyor. Aslında dışardan kötü gözükse de yönetmen karakteri için istediği özelliği aldığını belirtmek istemiş. Genelde western sevmeyen biri olmama rağmen, bu filmleri izledikten sonra yönetmenin diğer filmlerini de kesinlikle izlemeye karar verdim. Ki diğer filmlerinin arasında gene sinema tarihinin en önemli filmlerinden C'era uno volta il West ve Once Upon a Time in America var. Cnbc-e'de bu perşembe de yönetmenin bir başka filmi A Fistful of Dynamite yayınlanacak. İzlemek isteyenlere duyurulur diyor ve bir başka filmde görüşmek üzere derken karşınızdan ayrılıyorum.