22 Mayıs 2012 Salı

Oslo, 31 August (2011)

Festivalde izlediğim bir diğer Norveç filmi Oslo, 31 Ağustos. Hodejegerne'den sonra bu filmi de izleyince, Norveçlilerin iyi film yaptıkları konusundaki görüşüm pekişmiş oldu.


Filmin konusuna gelecek olursak, rehabilitasyondan bir iş görüşmesi için bir günlüğüne ayrılan Anders, bu günü uzun süredir görmediği arkadaşlarıyla, kız kardeşiyle görüşmek ve eski yaşamına bir günlüğüne de olsa geri dönmek için kullanır aynı zamanda. On aydır temiz olmasına rağmen iş görüşmesi rehabilitasyon sürecinin meydana çıkmasıyla Anders için umutsuz bir hal alır, en iyi eski arkadaşlarından biri artık evli ve çocuklu bir adamdır, eski hareketli ve popüler olduğu gece yaşantısını denediğinde ise eskisi gibi tat alamadığını ve ne kadar kalabalık ortamlarda olsa da kendi içinde yalnız olduğunu hisseder. Anders'ı oynayan Anders Danielsen Lie'nin başarılı oyunculuğu sayesinde biz de hissederiz aslında.


Konusundan da bekleneceği gibi biraz durağan geçen film, gene de sakin Oslo manzaraları ve güzel bir görsellik sunuyor bizlere. Hikayesi biraz karanlık ve depresif olsa da, aslında gelişmiş bir ülke olan ve herkesin mutlu mesut yaşadığını sandığımız bir yerde bile mutsuz, bağlanacak bir şeyler arayan insanların öyküsünü oldukça gerçekçi bir şekilde sunmayı başarıyor. Filmin gala gününe yönetmeni ve başrol oyuncusu gelememişti, fakat oyunculardan bir tanesi olan Ingrid Olava'yla tanıştık. Filmdeki gibi sıcak ve samimi birine benziyordu, film İstanbul Film Festivali'nde altın laleye de aday gösterildi fakat sanırım sadece jüri özel ödülü gibi bir ödül aldı. Meraklısına önerilir...

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Hodejegerne (2011)


Roger Brown (Aksel Hennie) , bir şirkette insan kaynakları uzmanı olarak çalışan 1.68 boyunda bir adamdır. Kendince boy dezavantajını (ki filmin Norveç'te geçtiğini düşünecek olursak, oldukça büyük bir dezavantaj) avantaja çevirmek için zengin olmayı kafasına koymuş ve bunun için de bir güvenlik şirketinde çalışıp ona yardım eden arkadaşı sayesinde pahalı sanat eserlerini evlerden çalarak, kara borsada satmaktadır. Karısı Diana'ya pahalı hediyeler alarak, güzel bir evde yaşatarak mutluluklarını korumaya çalışmaktadır.

Her şey yolunda gidiyorken Diana'nın sergi açılışına gelen Clas Greve'le (Game of Thrones'da Jamie Lannister'ı oynayan Nikolaj Coster-Waldau canlandırıyor) tanışmasını, sanat eseri hırsızlığı için çok büyük bir fırsat olarak gören Roger, işin içine girdikçe aslında işlerin düşündüğünden çok daha farklı olduğunu anlar ve kendini büyük bir karmaşanın içinde bulur. Tabi biz seyirciler de aynı karmaşadan nasibimizi alırız.




Filmin merak uyandıran açılış sahnesinden sanat eseri hırsızlığıyla ilgili bir film izleyeceğimi sanan ben, filmi yüz dakikalık süresi boyunca soluksuz izledim ve film değişik yönlere doğru gittikçe, şimdi ne olacak acaba sorusunu kendime sormadan edemedim. Filmin senaryosu bana göre o kadar ustalıkla yazılmış ki, sona gelinceye kadar hangi karakterin doğru, hangisinin yalan söylediğini; ya da hangi karakterin konuda ne gibi bir işlevi olduğunu tam anlamıyla çözemiyorsunuz. Bu bakımdan da önceden her şeyini tahmin ettiğimiz filmlerin bir adım önüne geçiyor bu film.

İstanbul Film Festivali'nde izleyebildiğim 2011 yapımı bu filmin festivalden sonra gecikmeli de olsa normal sinemalarda da gösterime gireceğini düşünmüştüm ama girmeyecek sanırım. Halbuki klişe Hollywood macera filmlerinden sıkılanlara ilaç gibi gelebilirdi, o yüzden özellikle hep aynı tür macera filmleri izlemekten sıkılmış ama bir yandan da türden vazgeçemeyenlere öneririm. Yalnız "izlerken yanınıza bir adet oksijen tüpü alın, zira soluksuz kalacaksınız!"(alıntı).